GÜNDEMHaber Girişi : 23 Kasım 2018 17:08

Emeklilikte yaşa takılan bir işçinin ahvali

Emeklilikte yaşa takılan bir işçinin ahvali
Aynı yolun yolcularıyız, varmak istediğimiz yere giderken pek hevesli değilizdir elbette, en azından birçoğumuz. Çünkü olmak istediğimiz yerden ziyade bulabildiğimiz herhangi bir işte çalışmaktayız. Ama olsun; en azından evimize ekmek götürebiliyorsak gerisi teferruat değil mi ya? Değil işte...

1969 yılında Ankara’da başladı benim hikâyem.

Öyle ahım şahım bir hikâye de değil, fazla ehemmiyetli bir iz bırakamadım bu zamana kadar. İnsanlık için yani, yoksa bir insanın yaşaması gereken birçok şey benim başımdan da geçmiştir.

Açlık mesela; zamanında birçok kez tecrübem oldu.

Yoksulluk; çok değişik ve sıradışı bir mevzu değil, ülkenin yarısından fazlası yoksulluk sınırında zaten.

İşsizlik; yolları arşınlayıp iş arayışlarım sırasında kaç kundura eskittim kimbilir?

İş bulduğuma çok sevindiğim de oldu, ama daha sonra bulduğum işin uygunsuzluğundan, işkence olarak görüp nankörlük ettiğim de.

Âşık oldum, yuva kurdum, bütün yoksunlukları hissettirerek yine de boyumca büyüttüm evlatlarımı.

Yeri geldi efkârımdan şiir yazdım, şairliğe özendim; toplumun sorunlarını işleyen öyküler yazdım.

Ama nedense amaç edinmedim hiçbir şeyi kendime. Hayat çarkında öğütürken bedenimi ak düştü saçlarıma, "Olsun, içim genç benim," dedim, ama aynalar inkâr etti hep genç kaldığımı.

Birçok şeyi ıskaladım, ıskalattılar bana. Kimi çekti elimden tam uzanırken, kimi dürttü tam hedefe odaklanmışken.

Velhasıl, asıl anlatmak istediğim ben değilim. Mesele, benimle aynı şartlarda yaşamaya çalışan yurdum insanı. "Biz", "işçiler", "EYT", dün mağdur edilip bugün hakir görülen "türemişler" yani. Benim, bizim hayatımızdan kesitlerdir yazacaklarım, kim olduğumuz iyice bilinsin ve tarihe bir not düşülsün diye.

Dar gelirli bir vatandaşım; siz benim birkaç düzgün cümle kurabildiğime bakmayın. Tek avuntum budur; iki kelimeyi bir araya getirmeyi becerebilmek en iyi yapabildiklerim arasında; iki yakamı bir araya getirebilmekte pek başarılı olamasam da.

Küçükken başladı bu alışkanlığım.

Her susturuluşumda kalemimi tıraşladım, duyduğum her küfürde güzel sözler yazmaya çalıştım okul defterimin boşluklarına. Sonra sözcükler biriktirmeye başladım işte, biteviye, güngörmemiş küfürleri duydukça güne hasret cümleleri nakşettim dağarcığıma.

Her neyse, ne diyordum? Ortalama bir işçinin ahvalinden bahsedecektim:

Hepimizin yaşadığı, yaşamak zorunda olduğu, rutin hayatlarımızdan...

Her günün bir sonrakiyle ya da öncekiyle aynı olduğu bir hayatı yaşamak ne kadar sıkıcıdır değil mi?

İşte bu biziz; her sabah uyanır uyanmaz koşturarak işe gideriz. Olanca trafik sıkışıklığı arasında hareket etmeye çalışan minibüsün, otobüsün içinde yol alırken hedeflerimiz yoktur, amacımız sadece sahip olduğumuz işlerde tutunmaktır; çalışırız ama bir gün sonrasının hesabını bile yapamayız.

Ortak bir müşterekimiz olduğunun farkında bile değilizdir birbirimizi ite kaka yaptığımız o yolculuklarda.

Aynı yolun yolcularıyız, varmak istediğimiz yere giderken pek hevesli değilizdir elbette, en azından birçoğumuz. Çünkü olmak istediğimiz yerden ziyade bulabildiğimiz herhangi bir işte çalışmaktayız. Ama olsun; en azından evimize ekmek götürebiliyorsak gerisi teferruat değil mi ya?

Değil işte...

İşimizi yaparken mutlu olamıyorsak, hiç mutlu değiliz demektir. Her gün en az birer saatten iki saati yolda, yaklaşık on saati –ücretsiz mesaileri hiç saymıyorum bile– işte geçirdiğimizi düşünürsek ve sekiz saati de uykuya ayırırsak, mutlu olmak için sadece dört saatimiz kalıyor.

Mutlu olmamız için dört saatimiz varken bir başkasını nasıl mutlu edebiliriz ki?

Hem bu saatlerin arasında ekonomik şartların muhakemesini yaparak tartıştığımız zamanlar da çoğunlukta.

Eksiklerimiz bitmez bizim. Aldıklarımız eksiklerimizin yanında devede kulak misalidir.

Bütçemize kendimiz için birkaç çift çorap sıkıştırabilirsek ne âlâ...

Eşlerimiz ailemize vakit ayırmadığımız için şikâyetçidir genellikle; ama öyle bir vaktimizin olmadığına onları ikna edebilmemiz bir hayli zor tabii. Birçok insanın bu durumda olduğunu adım gibi biliyorum. Aynı statüye sahip, aynı yolun yolcularını kastediyorum, bu yazıyı okuyacak olanların büyük bir kısmını yani. Ne kadar çok ortak yönümüz var değil mi?

Bizim kuşak “x” kuşağı diye bilinir: Kayıp kuşak.

Aslında kayıp olduğumuzu söyleyenler, neler kaybettiğimizi bilmeyenler. Sonraki nesillerin huzuru için sustuğumuzu, susturulduğumuzu. Çatışmaların tam ortasında kalan, işkenceye, şiddete, haksız yere idam edilen gencecik canlara şahit olan, hayatı boyunca bunun travmasını yaşayan çocuklardık biz.

Ben gencecik yaşımda işe girdim mesela, çocuk sayılırdım daha. Az paraya çok çalışır, işim olduğu için şükrederdim. Şimdiki gibi yani. Otuz senedir de değişmedi bu durum.

İlkin sigorta yapmadılar bana çocuğum diye. Hem çalışıyor, hem de okuyordum bir yandan.

Ben de önemsemedim çok fazla. Nihayetinde İşim vardı ya... Bir ara belge istediler, sigorta için dediler, yalanmış meğer.

18 yaşında sigorta girişim oldu nihayet. Yarım yamalak da olsa yatmaya başlamıştı primlerim.

Okuyup öğretmen olacaktım hesapta... Yarım kaldı okulum da, yarım ödenen primlerim gibi.

Ekonomik koşullar yüzünden bırakmak zorunda kaldığım üniversiteyi seneler sonra yeniden okudum; eski heyecanım kalmamıştı ama.

İşçi olarak devam ettim yoluma. En ağırından oldum hem de.

Bu yazıyı okuyanlara yabancı değil benim ahvalim.

Senelerce çalıştığımız yoğun mesailer sırasında harcadık gücümüzü, günümüzü ve gençliğimizi.

Hayalimiz, emekli olup kendimizi daha az yorarak, daha az mesai harcayacağımız bir işte çalışmak oldu hep. Belki yitirdiğimiz zamanı geri getiremezdik ama zamanın her geçen gün azaldığı ömürde daha fazla vakit geçirebilirdik çocuklarımızla.

1999 depreminde, öyle bir sarsıldık ki; her yerde matem varken, konu komşu, dost akraba sarıldık birbirimize de öyle avunduk ve atlatabildik o günleri. Tam da o sıralar ne hikmetse bir yasa çıkarıldı: Emeklilik yasası.

Artık daha fazla yaşamak için dişimizi sıkmamız gerekecekti. İşe girerken bize ibra edilen akit bozulmuş, emeklilikte yaş bekleme diye adlandırılan bir kavram girmişti literatüre.

Bu ne mene bir adaletsizlikti, binlerce depremzedeyi toprağa verirken, yas tutarken, vicdanlarımız o kanunu tartışmaya elvermedi bizim.

Bugün o insanlar olarak sesimizi yavaş yavaş çıkarmak için birleşiyoruz. Yıllarca alın teri dökerek bu vatana hizmet etmiş kişilerin Suriyeliler kadar değer görmediğini fark ederek hakkımızı istiyoruz, fazlasını değil.

Derdimiz emekli maaşı olarak bağlanacak üç kuruş değil. Davamız haklılığımızı ispat etmek, mağduriyetimizi cümleâleme haykırmak, "biz buradayız, varız, biriz ve birlikteyiz" diyerek gasp edilen bir hak olduğunun altını çizmek.

Şerefimizle çalışarak, helal kazandığımızı; vergimizi ve primlerimizi kuruşu kuruşuna ödediğimizi; iş bulmanın bizim yaşımızdakiler için zor olduğunu; bu vatanın öz evlatları olduğumuzu beyan etmemize hiç gerek yok. Artık bilindiği ve fark edildiği kanaatindeyiz.

Sözün özü, durum böyleyken böyle; bunca satır, bunca cümle malumun ifşasıdır vesselam.

Mehmet Ferah

https://twitter.com/MehmetFerah01

https://www.instagram.com/mehmetferah_/

Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.